Çocukluktan itibaren, ince ince işlenerek, “büyükler” tarafından adım adım öğretilen bir haldir “bahaneler bulmak ve kılıfına uydurmak…”
Oysa insan, çocukken yalan nedir bilmeyen saf Gönül halindedir. Zamanla büyükler öğretir yalan söylemeyi, bahaneler ve gerekçeler üretmeyi…
Hani “çocuk mu kandırıyorsun” derken de, aslında bu safiyane Gönül halinden bahseder. Çünkü safiyane Gönüllerin kalbinden geçenle, aklından geçen hep bir olur ve dile dökülenler de bu birliğe eşlik eder. İşte “Özü Sözü Bir” denilen hal de bundan bahseder ve duyulan bu Bir’liğin huzuru olur.
…
Mesela, bir çocuk ayağı takılıp düştüğünde, ya da kafasını bir yere çarptığında, bir büyük hemen yanına gelerek yeri yahut masayı dövmeye başlar, “ ahh ahh, sorarım ben şimdi sana, benim yavrumu nasıl düşürürsün” diyerek çocuğu susturur. İşte tamda bu esnada, hiç farkında olmasa da, çocuğa başına gelenler sebebiyle başkalarını suçlamayı öğretir.
Kendiyle yüzleşmek, deneyimlediklerini muhakeme etmek ve varsa hatalarından ders çıkarmak yerine, sorumluluklarından kaçmayı ve günah keçisi bulmayı öğrenir. Hatta öyle ki hiç bir kabahati olmayan masa yahut düştüğü yer, bir de üstüne dayak yer.
Ve Çocuğa giden mesaj şu olur;
“Senin canın yandığında, hiç bir kabahati / rolü, olmasa da, bir başkasından acısını çıkarabilirsin. Türlü türlü bahaneler üreterek, kılıfına uydurarak ve hatta şiddet uygulayarak!”
Derken çocuk büyümeye başlar ve ailesinden, çevresinden, gözlemledikleri ve duydukları neticesinde, başkalarını ancak en çokta kendini kandırmayı öğrenir. Ve bir süre sonra, sorumluluklarını üstlenmeyen, kendi nefsine hoş gelen şeyleri yaparak ve en önemlisi de kendiyle yüzleşmekten kaçarak mazeretler bulmayı alışkanlık haline getiren bir birey olur.
Yapmadığı ödevleri için, ya elektrikler kesilmiştir ya da hastalanmıştır…
Büyür, durum yine aynı olur, hemen bahaneler hazırlanır. Gitmek istemediği, işi için ya cenazededir ya da hastanede…
Dürüstçe olanı olduğu gibi söylemek yerine, hep bir mazeret bulmayı öğrenir neticede…
Bu durum kimi zaman korkulardan kaynaklanır, kimi zaman işin kolayına kaçmak istediğinden, kimi zaman da egosuna yenildiğinden…
Ve bir şekilde, eğer yapmaya Gönlü yoksa o işi, türlü türlü bahaneler bularak, kah zarf atarak yutturabilir miyim diye dener karşısındakini, kah bişeylere kabahat bularak topu taca atıp gider, bazen de zeytinyağı gibi üste çıkarak gurur kibir eder…
Ve bu durumlar öyle çok yaşanır ki, günlük hayatın içinde, evde aile bireyleriyle, iş yerinde çalıştığı kişilerle ya da yolda, sokakta, alışverişte hep haklı olmanın derdinde, bir çok kişiyle çeşitli versiyonlar halinde devam edip gider. Örneğin; bir satıcı olur, müşterisinin almak istediği ürün elinde yoksa ya da kar marjı daha düşükse, bir şekilde kendi istediği başka bir ürünü satmak için, türlü türlü bahanelerle gerekçelerle donatır sözlerini, samimi ve şeffaf olmak yerine…
…
Neticede insanoğlu, yapmak istemediği ya da kendi nefsine zor gelen her durum için bir kılıf bulmayı öğrenir. Oysa bir diğerini kandırdığını zanneden insanoğlu, aslında / özünde kimi kandırmış olur?
Nefsi onu çoktan hakimiyeti altına almıştır da, O bir başkasını kandırdığını sanır. Ve nefs bunu öyle ince ince yapar ki, çoğuna bunlar masum haller, pembe yalanlar gibi gelir…
İşte buradaki asıl mesele, insanın şeffaf bir şekilde kendi içine dönüp bakabilmesidir. Kendiyle yüzleşebilmesidir. Çünkü İnsan önce kendi özüne samimi olmalıdır, sözleri başka şeyler söylerken, yüreği bambaşka şeyler söylememelidir.
Şükrü Erbaş’ın “ Ömür Hanımla Güz konuşmaları” adlı eserinde şöyle bir bölüm vardır;
“Kimsenin kimseyi anlamadığı bir dünyada söz boşluğu dövmekten başka ne işe yarıyor ki? Olanağı olsa da insanların yürekleri konuşabilseydi dilleri yerine, her şey daha yalansız, daha içten olurdu.”
Gerçekten de, İnsanların Gönüller’inde olanlarla, dillerinde olanlar hep bir olsaydı nasıl olurdu bu dünya? Türlü türlü kurnazlıklar ile, hesap kitap peşinde koşarak harcanmasaydı ömürler, olanı olduğu gibi yaşasaydı Gönüller, bu kadar çok düşünmeye ve bahaneler gerekçeler bulmak için kendini tüketmeye gerek kalır mıydı?