Bu öykü bir kar tanesinin öyküsüdür. Kendini kar tanesi hisseden, gören veya görmek istemeyen herkese ithafen...
Dünya yurdunun yaşayanları arasında sayılmak ve sayılmamak arasında kalmış bir zerre olan toz, günlüğüne bugün farklı şeyler yazacaktı. Büyük bir fırtınanın esintisi ile çıktığı yolculuğu, oradan oraya savrulmalarını, görüp izlediklerini ve nihayet bulan yolculuğunun sonunda vardığı yeri yazacak, "bir bulutun üzerinde misafirim bugün" diye de başlayacaktı satırlarına.
Geldiği gezegendeki menzilinden daha soğuktu buralar, oldukça üşüyor kıpırdayamıyordu. Kıpırdayamadığı için de, görevini yapamıyor ve bu onu oldukça zorluyordu. Dünyada görevi vardı, hem de birçok görevi. İyi hoş ama burada ne yapacaktı, ses yoktu, kendisi gibi sayısız toz tanesiyle beraber öylece duruyordu. Soğuk gittikçe artarken tüm benliğinde bir şeyler oluşmaya başlıyordu. Daha önce yaşamadığı, hissetmediği bir durumdu bu, çünkü bu denli dondurucu değildi dünya. Artık bakamıyordu bile, gözleri kapanıyordu yavaş yavaş. Galiba artık kendinde değildi, kendisi değildi. Üzerinde oluşan damlacıklar öyle yoğunlaşmıştı ki, artık kendisini tamamen bırakmıştı ve artık gözlerini tamamen kapamıştı, geride olan biteni de hatırlayacak bir ruhu yoktu. Ona göre ölmüştü, bitmişti yoktu artık. Oysa hakikat öyle değildi. Üzerindeki damlacıklar donmuş, kristalleşmiş bambaşka bir şey olmuştu.
Zaman içerisinde kristaller birleşiyor, ilahi gücün etkisiyle büyüyor, ağırlaşıyor yeni bir varlığa dönüşüyordu. Bulutlar pamuktan hafif halleri ile nasıl taşısın bunca ağırlığı, daha fazla tutamayarak bırakıverdiler yeryüzüne. Yerden yükselip gökle buluşan bu yolculuk tekrar yeryüzüne dönüyordu. Ama bu sefer başka surette, başka halde, başka isimle. Toz tanesi, kar tanesi olmuş, yine bir amaca hizmet eden bir varlık halini almıştı.
Yıl 1914. Ali, Ahmet, Mehmet, Hasan, Cemal ve birçokları. Hepsi ana babalarının biricik evlatları. Hepsi, birinin babası, birinin kardeşi, birinin nişanlısı. 1. Dünya Savaşı sırasında Kafkas cephesinin kahramanları. Yer, Sarıkamış Allahu Ekber dağları. Vatanın ve İslam’ın onlara emanet olduğu bilinci ve hissi ile, attıkları her adımı şahsi menfaat ve beklentileri olmadan yüksek moral ve motivasyon halinde asla geri dönmeyi düşünmeyen, bir kar tanesi edasıyla dünyaya düşen meleklerdi onlar. Binbaşı Nihat ve ondan güç alan ordusunun can verip, toprak vermediği yerdi burası. 90 bin askerin, kışlık giysi, erzak ve mühimmat eksikliği gibi bir sorun olmayacaktı şayet Anadolu'dan gelen mühimmat ulaşmış olsaydı. Ellerinde ne varsa, aynı imkanla kalakaldılar fakat imanları gittikçe artıyor, asla bir adım geri atmıyorlardı.
Toz tanesinden, kar tanesine dönüşen bir yolculuk nasıl bitmemiş ve başka bir döngüye dönüşmüş ise, 90 bin yiğit de bu dünyadaki yolculuklarını burada bitirip, başka bir alemde uyanmış olacaklardı. Kader aynıydı, sonuç aynıydı, yol aynıydı. Yolun karşı kıyısına geçmekten başka bir şey değildi ölüm, bitiş değildi. Karşı kaldırımın dükkanları çok daha ışıltılı ve güzeldi belki de kim bilir... Ölmek sorun değildi, nasılsa bu yolun sonu cennete çıkıyordu. Şehit olmak için çıkılmıştı yola, savaşarak, alın teriyle mücadele ederek, var gücüyle savaşmak için yola koyulmuştu 90 bin yiğit.
Umulan olmadı, daha savaşamadan, kılıçlarını, toplarını, tüfeklerini kullanamadan ağır kış şartları ve dondurucu soğuğa teslim olmuştu hepsi. Öyle ya, toz da bulutların üstünde kristalleşip donmuştu, yok olduğunu sanmıştı ama kıymetli bir kar tanesi olmuştu. İşte o kar tanesi gibi, bu canlar da soğuğa teslim olmuştu, ellerinde silahlarıyla oldukları yerde donmuştu. Kendi sonuna benzetmişti askerleri kar, ikiside saf, ikisi de tertemiz ikisi de teslimiyet içinde başka bir dünyaya doğmuştu. Ve kar, o günden sonra başka hiçbir şeye benzetilmek istemedi. Şerefli Türk askeri ile cennet yurdunda sonsuza kadar var oldular.
Tüm şehitlerimizin ruhları şâd olsun…