Cennetten, dünyaya sürgün edildiğimiz gün başlamış hikayemiz. Sürgün yerinde mutlu olmak için, kendimize sayısız nice oyuncaklar bulmuşuz. Hepsi oyalanmak için, vakti bitirmek için daha doğrusu tüketmeye ve tükenmeye yönelik şeyler.
Nasip olanla mutlu olmuşuz evet, ama nasip olmayana "demekki bana ait değil" diyememişiz. Sığınmaya ihtiyacımız yokken, kendimize boşu boşuna böyle bir dert edinmiş, tabiri caizse celladımıza âşık olmuşuz.
Uçan bir kuş olsak, nereye doğru uçuyorsak sığınağımız orasıdır. Yüzen bir balık olsak, biraz daha geniş düşünür, sığınağımızı okyanuslara açabilirdik. Ama biz insan olduk, adem doğduk, mutlaka bir sığınak istedik ve bu menzilimize hem zamanı, hem nakiti, hem de bedenimizi feda ettik, bitirdik.
Yaşam alanlarımız genişledikçe, gönül alanımız daraldı. Ruhumuz öyle sıkışmaya başladı ki, çığlıklar atıp, kendini fark ettirmek istedi. İç sesine kulak verenler, minimalist bir yaşam şekliyle tanışıp, rahatlamayla tanıştı. Ne mutlu onlara. Ruhuna kulakları kapalı, nefsine kulak kesilenler ise, sadece mükemmel yaşadığını sandı, övündü bir kıvılcımlık malıyla. Hâlbuki yaşam, ruhtadır, ruhunu besleyen bedenine sağlık kazandırır, ruhuna özen gösteren karşılığını fazlasıyla alır yaşadığı süre içerisinde.
Peki, hiç düşündük mü? "Nereye sığarım?" diye. Cevabınız sizin hayata bakışınız, ruhunuzun sesi ve kim olduğunuzu anlatır. Herkesin cevabı farklıdır tabi, dünya üzerinde ne kadar insan varsa, o kadar da farklı cevaplar duyabiliriz. Fakat yolun sonunda ortak olan tek bir şey var. Yolun sonunda, herkes ölüyor, 2 metrelik bezle giyinip, 2 metrelik mezara sığıyor. Ve nereye sığabileceğini işte o zaman anlıyor. Alan aynı, mekan aynı. Farklı olan tek şey, ruhunu besleyenlerin sonsuz genişliğe, ruhunu öldürenlerin darlığın dibine vardığı o gündür.
Öyleyse, hali hazırda bizi tutan bir yarenle hemhal olmuşken, ruhumuzu olabildiğince besleyelim. Besleyelim ki, cennet bahçelerine çıksın iki metrelik toprak.