Yaşananları yazmak düştü bu hafta da nasibimize. Ayalım, aydınlanalım istedim bu tozun dumanın içinden. Burada kalmaya kimsenin niyeti kalmayacak gibi zîra...
Cennet çiçekleri bir bir koparken dünyadan, yakında renksiz kalacağımızı kara bir haber edası ile bildirmek isterim. Cennetteki çiçeğin dünyada ne isi var demeyin, bir de böyle dinleyin.
Anneleri onları dünyaya getirmeden evvel, ana rahmini ilk yurt edinmeden evvel Allah ile konuştu onlar. Dünyayı bilmeden evvel, bilmedikleri bir yere gitmenin derdini yaşadı onlar. Endişe duyup, sürgün edildiklerini düşünerek yalvardılar Rablerine. "Ne olur beni oraya gönderme" diye. Ruhları gurbetlik çekecekti fakat beden elbisesi de onlara hediye edilecekti. Beden elbisesinin içinde bir müddet dünya denen gurbette yaşayıp döneceklerdi ve dönüşleri ne şekilde olursa olsun hepsinin dönüşü Rabbine olacaktı.
"Allahım, gideceğim ve orda ne yapacağım bilmiyorum “dedi çiçek. Rabbi ona "Ben senin için bir melek yarattım, o seninle ilgilenecek" dedi. Hala endişeliydi, "dillerini bilmiyorum, nasıl konuşacağım onlarla" diye devam etti. "Senin için yarattığım melek, sana onların dilini öğretecek". Derken sorular devam etti ve dünyaya gelme vakti gelince son olarak Rabbine sordu. " O meleğin adı ne?" Rabbinden son olarak " adının önemi yok ama sen ona anne diyeceksin" cevabını aldı ve dünya alemine adım attı. Bir çiçek geldi dünyaya, çiçekler yetiştirmek için. Geldiği dünya alemi ona her gün, her an ve her yaş ayrı şeyler gösteriyordu. Gördüğü her şeyi en iyi şekilde anlayabilmesi için var olan rehberi, onun iç ferahlığı ve güvendiği dağıydı. Anne, diyerek seslendiği melek, ona her şeyi öğretti. Bir yandan egitti, besledi, canından bir parça olduğunu hep hissettirdi. Çiçek büyüdü. Öyle de güzel büyüdü ki, kendi köküyle ayakta durabiliyor, dallarıyla yer edinebiliyordu.
Yuvasından ayrılıp, başka diyarları yuva edindi, yurt bildi. O çiçek, çok sevildi, birinin sevdiği oldu, birinin dostu. Birinin kardeşi oldu, birinin ablası. Yaşadığı vatanda polis oldu, asker oldu, hemşire oldu, öğretmen oldu. Gün geldi her şeyin üstünde bir makam olan, Anne oldu. Dünyadaki meleğinden doğup, kendi de bir melek oldu. Onu dünyaya getiren meleğine hayırlı bir evlattı bu sebeple kendisi de hayırlı bir çiçek bulacaktı. Annesi ile yaptığı telefon görüşmesinde heyecanla iki gün sonra yanında olacağını söyledi. Nasıl sevinmesin anne yüreği, çiçeği gelecekti hemde en güzel hâli ile. İki gün geçti. Fakat gelen olmadı. Annesi onu aradı fakat açan olmadı. Çiçeği hiç susmazdı, meleğini cevapsız bırakmazdı, merakta hiç bırakmazdı. Telefonu bırakıp çalan kapıya yöneldi, yabancı üniformalı birkaç kişiyi görünce, hiçbir şey anlamadan "buyrun evladım" diyebildi sadece. Gerisi mi? Bir annenin çiçeği soldu. Bir annenin çiçeğini, aşağılık bir varlık söküp attı. Zalim bir kurşunla köklerinden kopardı. Bir anne, melek olduğu halde çiçeğini solmaktan kurtaramadı. Bilseydi, hiç büyütmez, uzak diyarlara göndermezdi. Nerden bilecekti? Çığlıklarla ağlayıp, yavrusunu geri istemekten başka türlü bir metanet gösteremedi. İçi öyle yanıyordu ki, canlı bir ateşe atılmış olsaydı bu denli yanmazdı. Biliyordu oysa çiçeğinin Rabbini ne kadar sevdiğini. O'nu dünyadaki her şeyden daha çok sevmiş olmalıydı ki, hiç gelmek istemediği dünya alemini erkenden bırakıp gitmişti. Neyse ki gittiği yer belliydi. Kimin yanına gittiği belliydi. Bu dünyadaki kimliğinin üstünde bir kimlikle adım atmıştı ahiret alemine. "Şehit" diye al bayraklarla donatmışlardı çiçeğinin mezarını. Çiçekler ekti mezarın her bir yerine, yine de benzemiyordu hiçbiri kendi çiçeğine. En çok da bu sebeple özleyecekti, özleyince nasıl görecekti, kimi sevecekti? Kara toprağı her gün de bağrına bassa asla yetmeyecekti. Annesinin çiçeği, cennet bahçelerinde meleğini bekleyecekti...
Şehit Polis Memuru Şeyda YILMAZ anısına.
Vatan sağ olsun!