Kaçışlar, kimi zaman kalbin en derinlerine, kimi zaman bir kitabın başına, kimi zaman bir seccade başına, kimi zaman ise Hira'ya. Hepsinin yolu aydınlığa çıkıyor iken, kaçmak nasıl kötü olabilir, nasıl farklı yorumlanabilir ki?
Her sanatkâr, her üstad, her ilim ve hikmet sahibi, içinde saklı olan mücevherleri ortaya çıkarabilmek için müsait bir alana, bir mekana ihtiyaç duyar. Her lütuf insanoğluna yalnızlık eşliğinde ikram edilir. Şahsi olabilmenin ilk şartıdır yalnız olabilmek ve şahsına münhasır tüm eserler yalnızlıkla dans edebilen, serenat yapabilen, yalnızken bile yalnız olmadığını bilenlerden çıkar. Bu sebeple ser’de, dua dolu bir hayata bağlı olmak ve mutmain bir kalbin satırlara dökülme niyeti var.
Ebedi mükafata talip olan her can, sinesinde yanan ateşi ancak münzevi bir hal üzere söndürebilir. Öyle ki gün onun için güneşin doğuşundan önce ayar. Yalnız kalmanın nimetlerinden faydalanabilmek için rutinleri tersine döndürür. Yalnızlık ona fısıldar, o yalnızlığa bakış atar ve aralarındaki muhabbetten hasıl olan güzellikler (düşünce, dua, tefekkür, sorgulama) olarak kendi hayatıyla birlikte başka hayatlara da renk katar. Münzevi bir ruh, hiç okşanmamış başını kendin okşadığın andır. Kendini sevmek için sebepler düşünüp, en başta kendi kıymetini bilmene yardımcı olup bir de üzerine kendine “aferin” dediğin andır. Kendini sevmeye yeni başlayanların, kendisiyle yeni tanışmış olanların, eksik olan yanını tamamlamaya çalışanların ve tamamlandıkça iyi hissedecek kalplerin sarıldığı kapıdır.
Ölmek için doğmuş bir varlığın nedir bu kalabalık sevdası? Sadece insan kalabalığı değil, düşünce kalabalığı, eşya kalabalığı, söz kalabalığı ve çoğalttıkça içini boşalttığımız her şeyin derdi nedir? Oysa sade, içi dolu dolu ve az olanda saklı olan güzelliğin eserini görebilecekken nedir bu "çokluk" isteği? Veyahut kendinden mi bilirsin herkesi ki boşluktan korkuyorsun? Uzun lafın kısası, korkma bir münzevi olmaktan. Ruhu alemler içinde seyahat edene, çok bile gelir iki parça elbise...