Ellerimiz boş, ıssız yollarda ilerliyoruz. Seni arıyoruz içimizdeki Hira’nın boşluklarında. Sana ihtiyacımız var. En çok sana ihtiyacımız var, Ebu Zer gibi. Çaldığımız her kapı kapandı yüzümüze, üzüldük, yıkıldık her geri dönüşümüzde.
Döndük, döndük de bulamadık geri çevrilmeyen kapını. Girmediğimiz yer, aşınmadık yol kalmadı fakat bir senin yoluna giremedik biz talihsizler. Oysa talihsizler içinden çıkıp gelmişti de, yine de üstünü bir tek sen örtmüştün.
Bilemedik…
Güneş doğup battı, nehirler kurudu, zaman geçti, arayışların en güzel sonu bizi buldu. Aramak bile güzeldi seni. Senle yaşayanlardan dinledik destansı hikâyeni. Sen tekrarı yaşanmayacak kadar biricik oldun. Destanını söyleyen diller, dudaklar, kalpler coştu. Senin adın dudaklardan çıkabilecek en güzel isim oldu.
Şimdi, senin dünyaya teşrifinin yıldönümü.
Yaptığım gül şerbeti senin için, oğlumun yaptığı çilekli puding senin için, kızın Fatıma’nın adaşı Zehra’mın severek ezberlediği kırk hadis de senin için.
Ağrı çeken gönüllerin derdinin dindiği gündür bugün. Çaresizliğin arifesinde olan dahi adını (s.a.v.) biriktirdi avucundaki tesbihine.
Sen, bu gece doğdun. Sen, bu geceye doğdun. Bu gece ay senin için doğdu. Bizi yaşatan şey, seni arayıştaki huzur oldu. Siyer, bambaşka yolların varlığını anlattı bize. Sen hayal ederek baktık, güzel gördüğümüz ne varsa.
Yıkıldık, sen imar edensin diye. Adını yazalım diye yapıldı tüm kalemler. Anlattıkça seni daha iyi anladık. Kitaplar en güzel seni yazmıştı. Nasılda güzel hissetmişti, âlim olan her yürek. Kendine gelmenin, kendimize gelmenin, kaybedilen yolunu sen gösterdin.
Bilmiyorum, çağırdığım anlarda geliyor musun? Beni seninle şereflendiriyor musun? Gel, gel ki yüzümüz gülsün. Bir parça nefesinden nasiplenip, hoşgörünle demlenip, iman çatısında yaşayabilelim.
Âlem, şan, şeref, sönmeyen bir nur görsün…