“Aşkı ateşe koşan pervaneden öğren. Her şeyi yanarak denedi…”
Pervanenin şeme olan aşkını böyle anlattı Şirazlı Şeyh Sadi. Yani aşkın bir yönünü gösterdi kendi halince… Kendi halince diyorum zira güneşin derdi güneşti ve güneşi yalnızca güneş anlatabilirdi…
Geçenlerde bizim iki kapılıya İlknur ve Ayşenur hekimeler çıkageldi.(*) Genç, mesleğine hâkim ve hekimdiler… Selam, kelam derken “İyi değiliz abi” diye girdiler söze. Onların böyle demelerine karşılık ben de “öyle sanıyorsunuz” dedim “çünkü yanmak sanmak değildir”
Bizim iki kapılıda üçayaklı bir yazı tahtası var. Her ne kadar genelde Doktor İlknur ve Tuncer hoca yazsa da dileyen istediğini yazar. Kimi zaman günlük, kimi zaman haftada bir ama mutlaka bir söz yazılı durur üçayaklıda. Darağacı gibi mübarek. Böyle dememin sebebi de bazı yazıların insanın boğazına takıldığı için.
Neyse hekimeler geldikleri zaman tahta boştu. Hazır sanmak yanmak derken söz yazıldı: “Siz sanırsınız oysa yanmak çok farklıdır.”
E hal böyle olunca yanmanın muhabbeti de yapıldı elbet. Başrol şüphesiz Mecnun’undu. Tevil yapmadan hikâyemize geçelim. Sanmayı ve yanmayı daha iyi görürüz olmaz mı?
Mecnun’a sormuşlar, sen mi yoksa Leyla’mı daha çok âşık diye. Mecnun cevap vermiş: “Ben. Çünkü ben Kays’tım. Leyla’yı görünce adımdan geçtim. Çöllere vurdum kendimi. Dağ bayır dolaştım. Dolaştıkça yandım, yandıkça anlattım, anlattıkça yandım… Bir an olsun vazgeçmedim, kurda kuşa, kuruya yaşa anlattım. Ben daha çok aşığım.”
Bu kez aynı soruyu Leyla’ya sormuşlar o da “Ben” demiş ve eklemiş, “Kays beni görünce adından geçti. Çöllere vurdu kendini. Dağ bayır dolaştı. Dolaştıkça yandı, yandıkça anlattı, anlattıkça yandı… Bir an olsun vazgeçmedi, kurda kuşa, kuruya yaşa anlattı. Ama ben ondan daha çok aşığım.”
Leyla’nın bu sözü karşısında tekrar sormuşlar “Neden” diye o da cevap vermiş, “Çünkü daha ben bir şey anlatmadım.”
Sanmak ve yanmak deyip kafiyelerin girdabında kulaç atarken ötelerden bir ses yapıştı yakama. Yalnızca yapışmakla kalmadı tabi resmen tokat attı:
“Mende Mecnun’dan füzun aşıklık istidadı var
Aşıka sadık menem Mecnun’un sade adı var…”
(*) 1919 yılının Mart ayında, İstanbul'da, Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane, İngiliz birlikleri tarafından işgal edilir. İşgalcilere karşı ayaklanmak ve okullarını kurtarmak adına çareler arayan öğrenciler; okulun kuruluş günü olan 14 Mart'ı topluca kutlamaya karar verirler. Tıbbiye 3. sınıf öğrencisi olan Hikmet Bey’in önderliğinde büyük bir gösteri gerçekleştirerek okulun iki kulesi arasına büyük bir Türk Bayrağı asarlar. İşgal kuvvetleri bu hali örtbas edeceklerini SANDILARSA da vatan aşkıyla YANAN gençler durduramadılar. Olayın yıldönümü olan 14 Mart, tıp camiasının emperyalist güçlerin karşısına resmen çıkışının yıldönümü ve bugünkü Tıp Bayramı'nın sebebini oluşturdu. Yani bu yazıyı kaleme aldığım gün Tıp Bayramı kutlanıyordu. Buradan Tıbbiyeli Hikmet Bey başta olmak üzere bütün hekimlere selam olsun…