Esaretten İstiklâle Karaviranlı Molla Abdullah

Abdullah Efendi 1896 yılında Seydişehir Kazası’nın Ortakaraviran Köyünde doğdu. Babası Kadiroğullarından İsa Efendi, annesi Ayşe Hanım’dır. İlk askerlik vazifesini Ayntab Vilayetinde levazım bölüğü neferi olarak yaptı. Üç yıl zarfında Halep ve Musul vilayetlerine develerle askeri malzeme taşıdı. Terhis olup Karaviran’a dönünce I.Cihan Harbi başlar ve tekrar askere çağrılır. Hicaz-Asir cephelerine sevkiyat ile Konya İstasyonu’ndan Nisan 1916 da 130 nefer (Bozkır-Seydişehir havalisinden 40 asker, 3 ü Karaviranlı) trene binerler. İkinci vagonda tahtadan yapılmış oturaklara, ayrıca kurumuş otlarla doldurulmuş yerlere otururlar. Konya İstasyonundan bir gurup rütbeli asker ve din görevlisinin duaları eşliğinde ayrılırlar. Botsalı Yakup oğlu Gâvur Abdullah bu yolculukta Gareven köyünden Molla Abdullah’ın ilk yoldaşı olacak askerdi. Balkan Harbinde öğrendiği biraz Bulgarca, Köyüne dönünce adının Gavur’a çıkmasına sebep olmuştu. Trenle önce İskenderun’a, oradan vapurla Port Said’e gideceklerdi. İlk defa asker olanlarla, barut kokusuna alışkın gaziler yolculuk boyunca ilahiler, yanık seferberlik türküleri söyleyerek, bazen de Kuran-ı Kerim okuyarak zamanı eliyorlardı. Bazıları da Alman’ın tütününü tüttürüyordu. Adana İstasyonunda Kayseri, Yozgat, Çorum yöresinden gelen askerlerle birlikte 2 gece, bir gündüz yolculuğundan sonra İskenderun’a vardılar. Kendi imkânlarıyla ağaçlardan, kamışlardan çadırlar yaparak limana yakın deniz kenarında kamp kurdular. Kendi bölgesinden, vilayetinden, köyünden, askerlerle imece usulü yemek, temizlik nöbetlerine başlarlar. Bazı zamanlarda deniz kenarında yüzme bilmemelerine rağmen suya girerler. Bazen kaşık oynayanlar, bazen horon tepenler, yöresine göre eğleniyorlar, namazları beş yüz kişilik cemaatle kılıyorlardı. Bir hafta sonra sayıları 2 bin askere ulaşmıştı. Yavaş yavaş hastalıklar sökün etmiş, günlük birkaç kişi sıtmadan ölmeye başlamıştı. Temiz su bulmak, sağlıklı yemekler yemek imkânsız gibiydi. Tarhana, mercimek çorbası, bulgur pilavından başka yemekleri yoktu. Nihayet beklenen vapur gelir ve Gavur Abdullah’la yan yana yarı korkuyla binerler. Vapur 4 katlı, siyah boyalı büyük toplara sahipti. Ortasına develer, atlar doldurulmuştu. Birkaç Alman subayı dışında tüm personeli Osmanlı askeriydi. Birkaç gün sonra vefat edenlerin cenaze namazı kılınıp kıl çuvalla denize atılmalarını görünce geri dönme umutları tükenmeye başlar. Gemide en büyük sorun su kıtlığıdır. İngilizlerin Port Said’e asker yığdıkları haberi üzerine rota değiştirerek Hayfa limanına gelirler. Hicaz cephesine artık karadan gidilmesi uygun görülür.

 

Hayfa’da Arap kökenli askerler eşliğinde at, deve, merkeplerle günlerce kuru çöl sıcağı ve kara sinek altında Cenin, Nablus üzerinden Amman istikametine yürürler. Bu esnada kir, bit, yorgunluk, açlık cabasıdır. Her gün birkaç asker vefat ediyor, yıkamadan cenaze namazları kılınıp kuma gömülüp yola devam ediliyordu. Askerler kaputlarını ateş üzerinde çırptıklarında düşen bitlerin çatırtısı alenen duyuluyordu. Amman’a bir günlük mesafede Es-Salt bölgesinde kum fırtınasına yakalanırlar. Tüm asker cenin vaziyette yan yatıp rüzgârın geçmesini bekledikleri sırada, bir anda yerel kıyafetli, askeri kıyafetli yüzlerce silahlı kişi tarafından pusuya düşürülerek etrafları sarılır. Kendileri henüz birliklerine ulaşamadıklarından silah ve teçhizatları yoktur. Yerli işbirlikçiler İngilizlere istihbarat sağlamışlar, onlarda takiple Osmanlı askerlerini parça parça esir almışlardır. Karaviranlı Abdullah’ın yirmi günlük çöl yürüyüşü sonrası esaret süreci de başlamıştır. Dört gün sonra Aşkelon’a gelirler. Sayım ve traş sonrası gemiye bindirilerek Port Said limanına getirilirler. Buradaki esir kampında iki ay zor şartlarda kalırlar. Farklı cephelerden acı haberler alıyorlardı. Bir gece ansızın bir hareketlilik başlar ve yeniden gemiye bindirilirler. Otuz beş günlük yolculuk sonrası önce İngiliz sömürgesi Hindistan’ın Chirala limanına sonra Burma (Myammar) liman şehri Sittwe’ye getirilirler. Oradan Minbya diye küçük şehre nakledilirler. Her taraf ormanlarla ve ırmaklarla dolu aşırı nem ve rutubet olan bu yerde askeri bir kışlada hapsedilirler. Bir hafta sonra kışla dışında otlardan, kamışlardan ve bambu ağaçlarından yapılmış küçük kulübelere yerleştirilirler. Zehirli yılanlar, bilmedik bitkiler ve canlılarla bir aradadırlar. Bu memleket insanı kısa boyluydu. Kadını erkeği etek giyiyordu. Pirinç tarlalarında az bir yevmiye ve iaşe karşılığı çalışırlar. Bambu kesimleri yaparlar. Yerli halkla işaretlerle anlaşırlar. Dertlerini anlatacak kadar İngilizce kelimeler öğrenirler. Yerli halk Budist, sakin, dürüst, yardım sever insanlardır. Yaşadıkları en büyük sorun sıtma, beyaz akrep ve yılanlardır. Esir askerlerin çoğu yılan ve akrep sokması sonucu hayatını kaybeder. Nihayet savaş biter ve Osmanlıyla Mondros Mütarekesinin (30 Ekim 1918) imza edildiği haberi kamplarına ulaşır. Bern İtilafnamesi gereğince esirlerin geri gönderilme işlemleri devam ettirilecektir. 1919 yılı içerisinde İngilizler hayatta kalan esirleri toplayarak Sittwe limanına getirirler. Kendilerine önce Mısır’a oradan İstanbul’a götürülecekleri söylenir. Bir bayram havası oluşmuştur. 20 günden fazla bir yolculuktan sonra Kızıl Denizden Süveyş kanalına girerler. İstanbul’un işgal altında olduğunu, Mustafa Kemal Paşa’nın Anadolu’da Milli Mücadele başlatmış olduğunu subaylarından öğrenirler. İsmailiye limanından başka bir gemiyle nakledilirler. Bir hafta sonra Rodos adası yakınından Ege denizine girerler. 2 gün sonrada binlerce askerimizin kırıldığı Çanakkale boğazını geçerek İstanbul’a gelirler. Haydarpaşa’da onları karşılayanlar İngiliz askerleridir. Osmanlı zabitleri teslim almayı yaparak onları Selimiye Kışlası’na götürürler. Orada kayıt işlemlerinden sonra ilk kez yaklaşık 3,5 yıl sonra ezan sesi duymak onları mutlu etse de İstanbul’un işgali hepsini derinden etkiler.

 

Arkadaşı Babaeskili teğmen Rafet ile 20 kişilik bir kafileyle Gebze’ye Sultanbeyli, Göçbeyli üzerinden iki günde ormanlık bölgeden yerel milislerin yardımlarıyla İzmit’e gelirler. Sakarya’yı aşıp Eskişehir’e varırlar. Yunan’ın Ege bölgesindeki işgallerini öğrenirler. İlk önce kalıp savaşmayı isterler. Subayları, kendilerine memleketlerine gitmelerini, gerek duyulduğunda çağrılacaklarını söylerler. İki gün sonra Afyona gelirler. Afyon’dan Konya’ya gidecek bir süvari birliğiyle Konya yoluna düşerler. İki gün sonra akşamüzeri Konya’ya ulaşırlar. Bedesten yanında bir handa kalırlar. Seher vakti yola çıkan üç arkadaş (diğerleri Avdan ve Arvanalı) Hatunsaray, Akviran üzerinden Karaviran’a gelirler. Köyüne geldiğinde herkes öldüğüne inanmış ondan ümidi kesmişti. Köyden kırk kişi ayrılmışlar ama onunla beraber yalnızca on üç kişi geri dönebilmişti. Arkadaşlarından bazıları Çanakkale’de, Kafkas Cephesinde, Gazze’de, kimi de Dobruca’da şehit olmuştu. Köyünde yaşlılar, kadın çoluk çocuktan başka kimse kalmamıştı. Molla Abdullah iki arkadaşıyla vedalaşır ve evine yönelir. Teyzesinin kızı Mümine(1901-1997) onu yıllarca beklemiştir. Nihayet beklenen muştulu haber gelmişti. Mümine Hanım ile Abdullah Efendi evlenirler. Bu evliliklerinden İsa(Çetin),Hüseyin(Çetin), Ümmühani (Yayla),Fatma(Özel) isimli çocukları dünyaya gelecektir. Onun askerden sağ olarak döndüğünü haber alan köylüler, çocuklarından ve askerdeki yakınlarından gelen mektupları okutmak için evlerine gelmişlerdi.

 

İstiklal Harbi yıllarıdır. Esaretten köyüne döneli henüz İki hafta geçmiştir. Zeynel Abidin ve Delibaşı hadiseleri baş göstermiştir. Gazi Abdullah, arkadaşları ve Karaviranlılar bu süreçte Kuvayı Milliye safında yer almışlardır. İbrahim Refet Paşa’nın birliğine yardımcı olmuşlardır. Savaş yıllarından bir hatıra olmak üzere kalan şahsi eşyaları içerisinde üzerinde “Ali” yazılı yatağan kılıcı ile bir saati torunu Orhan Özel arşivindedir. Molla Abdullah bundan sonraki yaşamını tarım ve hayvancılık dışında İğdiş Camiinde kırk yıl imam ve hatiplik yaparak sürdürecek, pek çok talebe okutacaktır. Dini bilgisinin yanında güçlü bir Coğrafya ve Cebir bilgisine de sahipti. Osmanlı Türkçesi ve Latin alfabesiyle okuryazardı. Eşi Mümine Hanım ise köyün kırık çıkık, hastalık tedavileri, doğum, ölü yıkama gibi işleriyle yakından ilgilenirdi. Cumhuriyet Türkiye’sinin inşa yıllarında Molla Abdullah Efendi Çetin soyadını alacaktır. Kitap okumayı çok seven bir kişiliktir. 1939 yılında Abdullah Kürklü Başkanlığında açılan Ortakaraviran Halkevi’nde, köy İlkokulunda Atatürk ilke ve inkılaplarının savunucusu, rol model isimlerden biri olmuştur. Esaret anılarını, İstiklal Harbi yıllarını bazen gözyaşlarıyla anlattığı nesillere, Cumhuriyet idaresiyle kavuşulan kazanımların ne denli önemli olduğunu, çok zor şartlarda kazanılan İstiklalin değerini bilmemiz gerektiğini her fırsatta dile getirmiştir. 15 Mart 1989'da Ortakaraören'de vefat etmiştir. Seydişehir’den Burma’ya uzanan bir yaşam, Esaretten İstiklale bu şekilde hatıralarda yerini almıştır. (Vedat Tüfekçi, I.Dünya Savaşında İngilizlere Esir Düşen Türk Askerleri, İstanbul 2019 (Doktora Tezi), Mehmet Kiraz’ın (d.t.1969), Molla Abdullah Çetin ile 1985’te yaptığı görüşme, Hasan Hüseyin Cansever (d.t.1950), Torunu Orhan Özel (d.t.1963) ile 23.6.2021 tarihinde yaptığımız görüşme)